bana bilmediğim yerlerden sorma
bir sayıdan ondan bir sonrasından
tarihleri takvimlere adayan
bir savaşta atlasını kaybeden ülkelerden
kendi içine doğru yırtılıp giden
bir yaranın kabuklaşan eski kanayışlarını sorma
insanlardan ve ayrılıktan sözü açılan
hangi çocuk
hangi oyunun tarlasında
bakir ve sevmekten ikmale kalmış
bir genç kızı taşlarken
nerede masumlaşır diye
sorma bana
bir şarkı kimi anlatır mesela
kendini ters yüz eden
bir yürek
derisinin altına
ne kadar rahat olabilir
büyüyerek ısındığı ocakta
bir adam
yanan gölgesine bakıp
ne kadar bayındır
kaç devir
kendine dönebilir
diye sonra sorma
başkasında sözü
duvarlara kürk mantosunu örten
kadın
gözlerinden ırmaklar inen bir yetişkinden
neyi gizliyordu/dan
yazısına küsmüş bir kalemin ucunda
lâl olmuş mürekkeple
dilinde değirmen taşı yürüten cümlelerden
terhis olmuş itiraflara kadar
uzanan söylemiyle
hayata fallar açan
bilim nedir diye
sorma bana
siyaha kara bir maske giydiren niyetiyle
temsilin kör batağında
ikinci kuşak sorulara verilen
riyakar bir cevapla
bana
bilmediğim yerlerden sorma.
Mustafa Karaosmanoğlu
4 Eylül 2009
2 Eylül 2009
Utanıyorum
Önce insanlığımdan Utanıyorum
Bir anne nasıl olurda dört kızını pazarlar
nasıl kızlarının p....liğini yapar
Bir anne nasıl olurda 2 yaşındaki kızını
fuhuş bataklığına 500 tl karşılığında satar
bumu insanlık?
bumu Annelik?
anne olmasam anlıycam kadını
ama bende anneyim ve anlamıyorum
beyin hücrelerim çatlıyor böyle bir ihtimali düşününce
Eğer bu kadın anneyse
ben anneliğimden utanıyorum
ilerde hayat kadını olması için gülünç bir para karşılığı kızını satabiliyorsa
Ben anne değilim
ne anneler var ne cefalar çekiyorlar
sırf çocukları için
ne anneler var kaç kumayı, kaç tekme tokatı,kaç haddi hesabı olmayan hakaretleri kabulleniyor sırf çocukları için
annelik duyguları ,kadınlık duygularından ağır bastığı için
Anne olmak zordur
ama dünyanın en güzel duygusudur
Süreyya Karabulut
çıkmadığı tv kanalları,çıkmadığı gazete kalmadı
herkes onunla birlikte ağladı ve üzüldü
kızını tam bir ölüstar yaptı çıktı
Öldüğü gönden beri haber olmadığı tek bir kanal olmadı.
sonuç;
kızının kanını 3 milyon euro'ya karşılık kan parası istemiş
yani çıktığı tv'lerde
timsah gözyaşı dökmüş
o parayı nasıl isteyebilmiş,
amaç neolursa olsun
nereye harcarsa harcasın
sonuç itibariyle parayı veren kızının katilinin amcası
helalik parası adı altında
oysaki düne kadar polisleri suçluyordu
görevlerini yapmıyorlar diye
önce oturup insanlık görevlerini tartıp biçsin
ben değil para istemeyi
aynı havayı bile tenefüs etmem
bumuydu babalık
bumuydu insanlık
ben anneliğimden de
insanlığımdanda utanıyorum
Bir anne nasıl olurda dört kızını pazarlar
nasıl kızlarının p....liğini yapar
Bir anne nasıl olurda 2 yaşındaki kızını
fuhuş bataklığına 500 tl karşılığında satar
bumu insanlık?
bumu Annelik?
anne olmasam anlıycam kadını
ama bende anneyim ve anlamıyorum
beyin hücrelerim çatlıyor böyle bir ihtimali düşününce
Eğer bu kadın anneyse
ben anneliğimden utanıyorum
ilerde hayat kadını olması için gülünç bir para karşılığı kızını satabiliyorsa
Ben anne değilim
ne anneler var ne cefalar çekiyorlar
sırf çocukları için
ne anneler var kaç kumayı, kaç tekme tokatı,kaç haddi hesabı olmayan hakaretleri kabulleniyor sırf çocukları için
annelik duyguları ,kadınlık duygularından ağır bastığı için
Anne olmak zordur
ama dünyanın en güzel duygusudur
Süreyya Karabulut
çıkmadığı tv kanalları,çıkmadığı gazete kalmadı
herkes onunla birlikte ağladı ve üzüldü
kızını tam bir ölüstar yaptı çıktı
Öldüğü gönden beri haber olmadığı tek bir kanal olmadı.
sonuç;
kızının kanını 3 milyon euro'ya karşılık kan parası istemiş
yani çıktığı tv'lerde
timsah gözyaşı dökmüş
o parayı nasıl isteyebilmiş,
amaç neolursa olsun
nereye harcarsa harcasın
sonuç itibariyle parayı veren kızının katilinin amcası
helalik parası adı altında
oysaki düne kadar polisleri suçluyordu
görevlerini yapmıyorlar diye
önce oturup insanlık görevlerini tartıp biçsin
ben değil para istemeyi
aynı havayı bile tenefüs etmem
bumuydu babalık
bumuydu insanlık
ben anneliğimden de
insanlığımdanda utanıyorum
30 Ağustos 2009
Buruk Kutlama
Canım arkadaşım Asyaselda yazmamı istemişti
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı
Kutlamalar yaılacak
Ama!!
ya durduk yere 10 şehit vermiş aileler bugün kutlamayı nasıl yapıcak!!
Ceza olarak pimi çekilmiş pombayı 45 dakika tutabilmiş askerin ölüm kalım savaşı
45 dakika dayanabilmiş parmakları
resmen işkence
arkadaşlarının komatanından korkup yardım edememesi
ve sonunda 4 askerin şehit oluşu
Bumudur asker eğitimi?
Peki ordunun döşediği mayınlara basan 6 asker
sonrada PKK'nın üstüne atması
Bugünkü kutlamalrda onlarda olucaktı
bir hiç uğruna pisi pisine haince şehit olmasaydılar
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı
İçiniz rahatmı kutladınız?
87 yıl önce Türkiye için zafer kazanılmış
kürt,türk,çerkez,alevi demeden
ya şimdi bölündü bölünecek
tek dil
tek bayrak
tek devlet
olması dileğimle
Azerbaycan Türk tvlerini yayından kaldıracakmış
dilleri bozuluyo diye
biraz onlardan ders çıkarmak lazım
26 Ağustos 2009
Bekçi
Bekçi
Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak bir bekçi işe
almaya karar verir.
Bir süre sonra düşünülür ; ‘’Peki talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak’’
Bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere iki kişi işe alınır.
Bir süre sonra ‘’İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz’’ diye
düşünülerek iki denetmen işe alınır, biri denetim yapar diğeri raporları yazar .
Bir süre sonra ‘’ Bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek ‘’ diye tartışılır ve
bir muhasebeci şefi, bir katip, bir de istatikçi işe alınır.
Bir süre sonra ; ‘’Peki bunlardan kim sorumlu olacak.’’ Diye düşünülür ve bir müdür
ve iki de müdür yardımcısı işe alınır.
Bir süre sonra, ülkede ekonomik kriz çıkar ve bütçedeki masrafları kısmak için bekçi
işten çıkartılır...
Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak bir bekçi işe
almaya karar verir.
Bir süre sonra düşünülür ; ‘’Peki talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak’’
Bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere iki kişi işe alınır.
Bir süre sonra ‘’İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz’’ diye
düşünülerek iki denetmen işe alınır, biri denetim yapar diğeri raporları yazar .
Bir süre sonra ‘’ Bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek ‘’ diye tartışılır ve
bir muhasebeci şefi, bir katip, bir de istatikçi işe alınır.
Bir süre sonra ; ‘’Peki bunlardan kim sorumlu olacak.’’ Diye düşünülür ve bir müdür
ve iki de müdür yardımcısı işe alınır.
Bir süre sonra, ülkede ekonomik kriz çıkar ve bütçedeki masrafları kısmak için bekçi
işten çıkartılır...
25 Ağustos 2009
23 Ağustos 2009
Al Sana Açılım
Hürriyet gazetisi yazarı Yılmaz Özdil'in yazısı
(anlamayanlar için kapak)
Al sana açılım
27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
Tatilden döndüm...
"Kürtçe" başlıklı
bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
Hayır...
Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi... Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde... Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
E hani sansür?
Buyrun...
Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım... "Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler... "Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
İki gün sonra... Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar... "Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip... İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil,
sansür kurulu!)
İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.
Lisan, böler.
Cart diye.
Bizi bize yabancı eder.
Kanıtı da bu yazı.
(anlamayanlar için kapak)
Al sana açılım
27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
Tatilden döndüm...
"Kürtçe" başlıklı
bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
Hayır...
Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi... Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde... Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
E hani sansür?
Buyrun...
Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım... "Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler... "Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
İki gün sonra... Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar... "Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip... İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil,
sansür kurulu!)
İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.
Lisan, böler.
Cart diye.
Bizi bize yabancı eder.
Kanıtı da bu yazı.
5 Ağustos 2009
Başbakan'a fıkralı göndeme
CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu
öyle güzel dokundurmuş ki anlattığı iki ayrı fıkra ile
Kılıçdaroğlu'nun ilk fıkrası şöyle:
``Birisi bakmış ki, duvarda milyarlarca saat var. (Bunlar ne saatidir) diye sormuş. (Dünyada herkesin bir saati var kardeşim, kim yalan söylerse onun saatinin yelkovanı oynuyor), diye cevap almış. Bakmış ki, duvardaki bir saatin akrep ve yelkovanı 12'nin üzerinde durmuş. Ve (bu kimin saati) demiş. (Türkiye'de bir Mustafa Kemal var, hiç yalan söylemiyor, bu onun saati) demişler. Sonra, Mao'nun, Lenin'in saati hangisi falan diye sorarken, (bizde bir de Tayyip Erdoğan vardı, onun saati hangisi) demiş. Melek diyorki; (vallahi onun saatini Azrail aldı. Biliyorsunuz, cehennem çok sıcak orada onu vantilatör olarak kullanıyormuş) diyor.”
Anlattığı fıkra ile Sabih Kanadoğlu'nu da güldüren Kemal Kılıçdaroğlu,
ısrar üzerine panel sonunda bir fıkra daha anlattı.
“Bir de politikacı fıkrası anlatayım” dedi,
Bakın Başbakan'ında hoşuna gitmiş nasıl gülüyor:)
“Bir toplantı yapılıyor ve herkes görüşlerini söylüyor. Politikacıya, (sende bir konuşma yapar mısın) diyorlar. (Yok yok ben yapmayayım) diyor ve ısrar ediyorlar, (sende konuş, herkes konuştu) diyorlar ve (peki) diyor politikacı. Çıkıyor kürsüye ve başlıyor konuşmaya. Bir saat, iki saat, üç saat, dört saat, yatanlar, kalkanlar, dışarı çıkanlar, geri gelenler falan oluyor ve bir türlü bitmiyor konuşması. En sonunda politikacı demiş ki, (Yahu arkadaşlar ben sanki biraz uzattım. Sabah erken evden çıkarken saatimi yanıma almayı unutmuşum) diyor.
Arka taraftan genç birisi bağırmış ve beyim sen bırak saati yanındaki takvime bak demiş.”
Kılıçdaroğlu süpersin
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)